Kara Kitap, uzun süredir okumayı istediğim bir kitaptı. Genelde zor ve karışık bir roman olduğuyla ilgili söylentiler yüzünden okumayı geciktirmiştim. Benim gibi düşünenler vardır diye bu incelemeyi yazmaya karar verdim ki siz de aynı hataya düşmeyin. Bir an önce okuyun bu büyük eseri. Bir de şöyle bir avantajımız var: Ana dilimizde böyle bir eseri okuyabiliyoruz, araya çevirmen koymadan. Yani çevirmenlerimiz kötü demiyorum ama sevdiğin bir kitabı ana dilinde okuyabilmek büyük nimet.
Öncelikle kitapla ilgili nicel bilgiler vermek istiyorum. Kara Kitap, Nobel Ödüllü yazarımız Orhan PAMUK tarafından 1990 yılında yayımlanmış. Toplam 465 sayfa (Epigraflar ve Son Söz hariç.). Yani kalın bir kitap. Elinize aldığınızda biraz göz korkutuyor. Bölüm bölüm yazılmış ki bu okumayı kolaylaştırıyor. Hatta bence bu sürükleyiciliğini de arttırıyor romanların. Klasik bir romanda örneğin 250 sayfayı bölüme ayırmadan okuyacağını bilmek ağırlık bindiriyordu okuyucuya. Fakat böyle kısa kısa bölümlere ayrılmış romanlar «bir bölüm daha okuyayım» hissiyle başından kalkamamanızı sağlıyor. (Daha popüler tarzda yazılmış romanlarda bunu dizi izliyormuşsunuz gibi kullanıp en heyecanlı yerinde bölümü bitirip merakta bırakıyorlar mesela ki bence mantıklı). İki ayrı kısma bölünmüş roman, birinci kısımda 19, ikincisinde 17 bölüm içeriyor. Roman boyunca bir bölüm, ana hikaye olan Galip’in hikayesini anlatırken, sonraki bölüm Celal’in köşe yazılarından oluşmakta. Böylece aslında birbirinden ayrı iki kitap okuyor gibi başlayıp sonlara doğru köşe yazıları ve Galip’in hikayesini bütünleştiriyorsunuz.
Öncelikle kitapla ilgili nicel bilgiler vermek istiyorum. Kara Kitap, Nobel Ödüllü yazarımız Orhan PAMUK tarafından 1990 yılında yayımlanmış. Toplam 465 sayfa (Epigraflar ve Son Söz hariç.). Yani kalın bir kitap. Elinize aldığınızda biraz göz korkutuyor. Bölüm bölüm yazılmış ki bu okumayı kolaylaştırıyor. Hatta bence bu sürükleyiciliğini de arttırıyor romanların. Klasik bir romanda örneğin 250 sayfayı bölüme ayırmadan okuyacağını bilmek ağırlık bindiriyordu okuyucuya. Fakat böyle kısa kısa bölümlere ayrılmış romanlar «bir bölüm daha okuyayım» hissiyle başından kalkamamanızı sağlıyor. (Daha popüler tarzda yazılmış romanlarda bunu dizi izliyormuşsunuz gibi kullanıp en heyecanlı yerinde bölümü bitirip merakta bırakıyorlar mesela ki bence mantıklı). İki ayrı kısma bölünmüş roman, birinci kısımda 19, ikincisinde 17 bölüm içeriyor. Roman boyunca bir bölüm, ana hikaye olan Galip’in hikayesini anlatırken, sonraki bölüm Celal’in köşe yazılarından oluşmakta. Böylece aslında birbirinden ayrı iki kitap okuyor gibi başlayıp sonlara doğru köşe yazıları ve Galip’in hikayesini bütünleştiriyorsunuz.
Ana konumuz Galip’in karısı Rüya tarafından terk edilmesi (ya da Rüya’nın kaybolması) ve Galip’in onu arayışı. Bu sırada Galip'in amcasının oğlu Celal’e de ulaşamayıp onu araması da işin içine giriyor. İşte bu çift taraflı arayış kahramanımızı farklı yerlere, farklı karakter ve hikayelere sürüklüyor. Her bir hikaye Galip’i kendini arayışına ya da «kaybedişine» itiyor.
Buradan sonra kendimce kitaptan çıkardığım fikirler üzerinde duracağım.
Kitaptan sonra en çok aklıma takılan ve üzerine düşündüğüm konulardan birisi zıtlıkların benzerliği. Yani kendini aramaktan bahsedeceksek hemen öncesindeki adım kendini tam olarak kaybetmektir. Galip kendini ararken (ki bunu bilinçli olarak yapmadı) kendini tam olarak Celal gibi hissettiği an aslında kendini bulmaya en yakın olduğu andı. Bu çok değerli bir an bence ve büyüleyici. Çünkü anlamsız ama gerçek. Kendin olmak istiyorsan taklitten kaçmalısın. Basit mantık bunu gerektirir. Peki Şehzade hazin sonunda kendi olabildi mi? Taklide düşmemek için yaratılan hiçlik onu neye ulaştırdı? (Bu kısmı anlamamış olabilirim. Hala düşünüyorum.) Bence kendi olamadı. Çünkü kendin olmak dediğin kavram beynine işlenen şeylerin bakış açınla harmanlanıp dışarı çıkmasıdır (davranış olarak). Yemek yapmak gibi mesela. Aynı malzemelerden (dışarıdan aldığımız bilgiler) herkes farklı kombinasyonlarla farklı yemekler yapabilir (davranışa dönüştürme biçimimiz). Elbette bu kendin olma arayışını kitabın sadece bireysel arayış olarak değil toplumsal bir kendini buluş (doğu-batı çatışması) olarak da sunduğunun farkındayım. Ama ben daha bireysel okudum kitabı ve bu yüzden bu kısma baktım. Aynı herkesin Beyoğlu’ndaki Pavyonun aynasında gördüklerinin farklı olması gibi. Kitapta bunu gördüm ve ben de bundan etkilendim.
Kitap okumak bireysel bir zevktir. Muhtemelen bu yüzden en sevdiğim uğraşlardan birisi zaten. Ama ne yaman çelişkidir ki okuduğumuz güzel bir kitaptan sonra hepimiz anlatmak isteriz. Herkes o kitapta bizim gördüklerimizi görsün isteriz. Hatta muhtemelen kimse anlamamıştır o kitabı ama siz size özel bir şeyler anlamışsınızdır. Bu son yazdığım biraz abartı oldu :) ama buna benzer bir şeyler hissediyor olmalıyız ki bir çok yerde kitap incelemeleri ve eleştirileri görürsünüz. Orhan PAMUK gibi usta bir yazar, «Hepimiz O’nu Bekliyoruz» bölümünde Büyük Engisizyoncu’ya gönderme yapmış. Muhtemelen Karamazov Kardeşler kitabında geçen bu efsanevi bölümde de Dostoyevski’yi benden iyi anlamıştır. Ama ben öyle düşünmüyorum işte. :) Sevmedim o bölümü ben. Zaten şimdiye kadar okuduğum en iyi kitaplardan biri olan (belki en iyisi) Karamazov Kardeşler’in beni en çok etkileyen bölümünü de benden iyi anlayan başka birisi olamaz :) Büyük Engizisyoncu’da aklımda çınlayan fikirlerden biri herkesin o arayıp durduğu özgürlüğü insanların eline verdiğinde bunu teslim edecek birini aramalarıydı. Çünkü bunun sorumluluğu çok ağırdı. İşte burada bizim engizisyoncu onları bu yükten kurtarmıştı. Onlara hayatın kötülüklerini yükleyecek bir suçlu, iyiliklerini de sadece belli kurallarla elde edebilecekleri bir düzen vermişti. Oysa ki Mesih sadece kendi davranışlarının sonuçlarına bağlı bir gelecek sunuyordu. İnsancıklar bunu kaldıramazdı. Ben Kara Kitap’ta suçlama bölümüne gereksiz bir vurgu varken özgürlüğün teslimi konusunu esgeçtiğini düşünüyorum. Dediğim gibi bence en önemli fikir bu olduğundan eksik geldi bu bölüm bana.
Kara Kitap’ta Mevlana önemli bir yer tutuyor bence. Çok da gizlemeden Celal ve Galip ilişkisi Şems ve Mevlana’ya benzetiliyor. Mevlana biraz «radikal» anlatılıyor, uyarayım. Ama eğer biraz önyargısız okursanız, tipik Mevlana bakışınızı değiştirecek daha naif ve sanatçı Mevlana ile tanışacaksınız. «Tamamı kurgu» şeklinde de baksanız, tarihi gerçekler olarak da düşünseniz merak uyandıran – ki bence çok güzel bir işlev bu – ve romanı tamamlayan bir bölüm olduğunu söylemeliyim. Benim gözümde kitabın en güzel bölümlerinden birisi burası olmuş ( İkinci Kısım – Üçüncü Bölüm – Şems-i Tebrizî’yi Kim Öldürdü?).
Aynı Mevlana alıntıları gibi Hurufiliğe de fazlasıyla değinilmiş kitapta. Ben her ne kadar merak edip sonradan araştırdıysam da bu bölümleri çok anladığımı söyleyemeyeceğim. Yani kitapla bağdaştıramadım. Elbette bu kadar çok yönlü bir kitapta bir kısmı anlayamadığım anlamına geliyor bu. Benim bu eksikliğimi ben okurken Galip’in kendini arayışı ve daha önce de dediğim gibi Celal’in yazılarında kendini kaybedişine yordum. Biliyorum sadece bu değil, çünkü özellikle ayrıntılandırılıyor bu bölüm. Ama buradan siz eğer kitabı okumadıysanız şunu anlayabilirsiniz: bazı şeyleri anlamasanız da kitap sizi sürüklemeyi başarıyor :)
Göz bölümüne ayrı bir paragraf açmalıyım. Bence yazım dili olarak en lezzetli bölümlerden biriydi bu. Film yapsınlar izleyelim yani o kadar. O kadar baş döndüren, o kadar kafa karıştıran ama o karışıklıkta bir aydınlanma yaşatan bir bölüm ki bana göre ayrı kitap yazılır üzerine. Eğer siz de kitap okurken içinde hissedebiliyorsanız (ama tam olarak tüm benliğinizle) bu bölümde başınızın döneceğinin garantisini veriyorum. İşte o karanlığın ortasındaki son cümleden sonra gelen aydınlık bu baş dönmesini yaşayabilenler için var olacak. Yani kendini dışarıdan seyredebilmek… Bunu hayal etmeyi başarabilmek ve o anda ne hissettiğini fark edebilmek hayata farklı bir açıdan bakabilmeye yardımcı oluyor. İçinde davranışlarına yön verdiğin bir bedenin aslında ne yapacağını bildiğin başka bir göz tarafından izlenmesi hem izlenen hem izleyen için (yani senin için) aydınlatıcı bir farkındalık sağlıyor. Aslında bunu yapabilsen izlediğin kişinin bildiğinden farklı bir şey yapmasını seni şaşırtmasını bekliyorsun. Çünkü eğer yaparsa o zaman o kişi farklı bir kişi oluyor. Senin beklentinin imkansızlığı farklı bir paradoks oluşturuyor. Anlatabildim mi bilmiyorum ama şu an anlatmaya çalışırken bile yazarın anlatımını takdir ettim tekrar.
Kendimce yaptığım incelememin sonunda bütün kitap için Beyoğlu’ndaki Ayna benzetmesinin mükemmel olduğunu düşündüğümü belirteyim. Bir resme tutulmuş o aynada her bakan kendi arayışları doğrultusunda asıl resimden bir farklılık seziyordu. Bence bu kitap da aynen böyle. Yani her okuyan kendi arayışlarını bulabilir Kara Kitap’ta. Galip’in aradığı hatta bulduğu şey sizin hayatınıza göre değişiklik gösterebilir. Bunu sağlayabilmek romancının ustalığında yatıyor işte.
Düşünceye kıvılcım çakıyor kitap. Devamında çıkan ateş herkeste farklı bir yeri yakıyor. Kafa yoracak bir kitap ama okurken yormuyor bence kitabı kapatıp düşünmeye başladığınızda asıl iş başlıyor. Okuyun böyle kitapları ve düşünün bence. Her zaman yazılmıyor böyle kitaplar.
Yorumlar
Yorum Gönder